geceye bir şiir bırak
-
“zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,
bende çıkar güneş aydınlığa,
bir nisan yüzüğü, bir kapı sesi,
seni hatırlatıyor her zaman bana,
zeytin ağaçları, söğüt gölgesi” -
kalabalıkta bu yüzlerin belirişi
ıslak siyah bir dalda taç yaprakları sanki.
ezra pound -
kesik kesik geliyor sesin
uzaklarda olmadığına emin misin?
yollar kapalı, gözlerin açık
aynada gördüğün gerçekten sen misin?
martılar ve kediler
son sığınaklarında yok edilmiş fareler
bir dilim ekmek, biraz peynir
karşılıklı oturup, yer misin?
ellerin yüzünde yine
üzülmen normal ancak yine de nafile
gitmek çözüm değildir bilirsin de
"kal" desem, sözünden dönecek misin?
sorular sana değil aslında kendime
geceler boyu eşlik eden resmine
soğuk rüzgarlar yine de üşütmesin diye
ellerini ellerime istesem, verir misin?
***
şeklinde olanını bırakarak katıldığım eylem. -
yüzün diyorum bir bir bir bir,
yüzün diyorum iyi bir gün başlıyor.
çoktan durmuş gibi bir şeyler orda.
saatler durmuş, sesler durmuş, savaşlar durmuş.
ne geç kalma telaşı işçi duraklarında kadınların,
ne bir köpek havlaması sokaklarda,
ne de ölü bir çocuk sokulmuş fotoğraflara.
uyanmayı beklemiş sanki bir dağ yüzyıl boyunca,
boynunla saçların arasında.
yüzün bu âlemmiş de sanki
davud sana gelmiş, musa sana, isa sana.
salmışsın kendini bir hamağa yatar gibi maviyede.
gökyüzü sanki senden esinlenmiş,
zebur senden, tevrat senden, incil senden.
binlerce renge doğru koşmuş yüzün,
bilinmez renklere, çizilmez renklere.
yüzün adsız bir mevsimi kiralamış,
ne zemheriler gibi soğuk,
ne kavurgan yazlar gibi sıcak.
bir bulut kaçmış da göğünden,
sanki yüzüne konmuş.
yüzün, koca bir dünyayı
islatacak, ıslatacak, ıslatacak.
insan ölmek için yaratıldı korkuya inanma,
ateşe inanma, suya, havaya inanma,
aşk bile ölüyor aşka inanma.
bir ceket al üstüne,
bir geyiği düşle, bir ağacı hatırla,
insan düşmek için yaratıldı, kuşlara da inanma.
sen sıkı sarıl kalbime dünya sandığın yer değil,
sandığın yer değil en güzel yerin,
en güzel yerinde değiliz biz bu şiirin.
yüzün diyorum bir bir bir bir,
yüzün diyorum huysuz bir yağmur başlıyor.
olsun, ben böyle yağmurları da severim,
böyle yağmurlarda büyür insan,
fırıncılar en güzel ekmekleri çıkarır.
acısız bir selam verir,
silinmiş sloganlar içinden duvarlar,
duyulur en güzel vapurun sesi,
en güzel trene binilir,
ve gidilir bir cehennemden bir cehenneme.
ve adına yolculuk denilir.
zaten insan bir yolculuk değil midir?
durdur içinde büyüyen hüsran ordusunu,
kışla bekçilerini, silah çatanları,
silahşörleri durdur ve bekle.
işgal edilmeli yüzün bir deniz kokusuyla,
çocuklar uçurtma uçurmalı,
taze çaylar demlenmeli kahvelerde,
yüzüne taptaze bir sabah gibi bakmalıyım.
yüzün diyorum kayboluyorum.
bir kuş bir fili boğuyor sanki, kayboluyorum.
yükünü boşaltıyor kızıl atlar, kayboluyorum.
kim bulmuş ki zaten kendini kaybolduğu yerde.
kim anlamış insanı.
yüzün diyorum yüzünde memleket telaşı.
binlerce yoldaşım öldürülmüş,
binlerce çiçek büyüyor ama hâlâ
pınar ağaçları, çınar gölgeleri büyüyor,
büyüyor kar bakışlı bir kadın.
susamış bir nehir yatağıyla gidiyorum ona,
ve yüzün diyorum bir bir bir bir
bir yüzün diyorum,
yüzüne bir geçiş bulmalıyım.
irmak eriş -
"ne cânımda istek var,
ne gönlümde neşe." -
gönlüm böyle olsun istemez idi
sevmeyi sevilmeyi bilmez idi
cahildi kandı yalan dünyaya
kucağında bebekle kalıverdi
bir gül yüzlüyü sevdi deli yürek
nasıl narin nasıl da ürkek
koynuna kaçıverdi ansızın
acılara sarılıp göğüs gererek
ah aslan oğlan ne diyim sana
güller sersem de taşlı yollarına
şükredip sarılacaksın yarine
yüreğini bırak şefkatli kollarına -
hayalsizce
kır saçlı yaşlı garson hanımlar
gece vakti kafelerde
vazgeçmişler ondan
ve ben aydınlık kaldırımlarda
yürürken bakıyorum da içeri
huzur evlerinin pencerelerinden,
gelmemiş o vazgeçtikleri geri.
banklarda oturan insanların
oturuş ve bakışlarından anlıyorum
onun gittiğini.
araba süren insanlar görüyorum
ve arabalarını sürüş şekillerinden
okunuyor ne sevebildikleri
ne de sevildikleri
ne de sevişmeyi düşündükleri
hepsini unutmuşlar
eski bir film gibi.
alışveriş merkezlerinde ve
süpermarketlerde görüyorum
reyonlarda yürüyen ve
bir şeyler satın alan insanlar
ve onların giysilerinin
üzerlerine oturuşlarından ve
yürüyüş şekillerinden
ve suratlarından ve gözlerinden
anlıyorum hiçbir şeyi
umursamadıklarını
ve hiçbir şeyin de umursamadığını
onları.
yüz kişi görüyorum günde
vazgeçmiş
bütünüyle.
hipodroma gidersem eğer
bir müsabakaya veya
binler görüyorum
hissetmeyen hiçbir şey
ve hiçbir his uyandırmayan
kimsede.
her yerde görüyorum
hiçbir şey arzu etmeyenleri
yiyecekten, kalacak bir yerden ve
giysinden başka; sadece buna
odaklanmışlar,
hayalsizce.
anlamıyorum neden bu insanlar
yok olmuyorlar
anlamıyorum neden bu insanların
dolmuyor vadeleri
neden bulutlar
almıyor canlarını
ya da neden köpekler
parçalamıyor onları
ya da niçin çiçekler ve çocuklar
öldürmüyor onları,
anlamıyorum.
herhalde zaten öldürülmüşler
ama kabullenemiyorum
bu kadar çok
sayıda olmalarını.
her gün,
her gece,
artıyor sayıları
metrolarda ve
binalarda ve
parklarda
kanları donmuyor
sevmiyorlar
ya da
sevilmiyorlar diye
çok fazla
çok fazla sayıda
benim türümden
yaratıklar.
(bkz: charles bukowski)
(bkz: dreamlessly) -
--kar yağarken pencere--
dilinin ucunda ne varsa insanın
işte ben ona inandım.
yavru bir kuşun daha ilk denemesinde
tutunmaya çalışması gibi göğe
ne bulduysam abandım
ve uça uça
karasular indi kanatlarıma
oysa bütün insanlar eşittir direksiyon başında
ama biri var ki şimdi yok aramızda
huzur yazıp da bulamayan tanpınar
inleyip duruyor narmanlı handa
dünya tuhaf değil mi
kızarmış ekmeğe tereyağ sürer gibi
çocuklar yetiştiriyoruz ölmesi için.
bir istek ki dövüp duruyor bizi
oynaşıp duruyor bizi
oynaşıp duruyoruz kapkaranlık sularda
kirletmek için o bembeyaz gömleği
dizlerinden vurulmuş bir adam ki o benim
ne kadar benziyorum emekleyen çocuğa
bir anda yıkılıyor cana yakın ne varsa
yemeğin etini seçmek gibi mesela.
dünyanın soluğudur kar yağarken pencere
silinen bir vazoya tozun konması gibi
ey dokunma duygusu
sensin bu bahçenin sahibi.
kar tutmuyor artık şehirleri nedense
sesini teybe çekip sonra da beğenmeyen
her kimse;
ona benzetiyorum ben, bu tuhaf ilişkiyi.
ki insan mütercimdir, kalbindeki o şeyi
metal tadı olsa da ısırdığı her şeyde
çevirip durur kendi dilince.
ve kaybolunca kapının anahtarı
duvarla kardeş olur güzelim kapı.
i. tenekeci -
türküler dolusu
kirazın derisinin altında kiraz,
narın içinde nar,
benim yüreğimde boylu boyunca
memleketim var.
canıma ciğerimedek işlemiş
canıma ciğerime,
sapına kadar.
elma dalından uzağa düşmez,
ne yana gitsem nafile.
memleketin hali gözümden gitmez
binbir yerimden bağlanmışım,
bundan ötesine aklım ermez.
yerliyim yerli olmasına
ilmik ilmik, damar damar
yerliyim.
bir dilim trabzon peyniri,
bir avuç tiftik,
bir çimdik çavdar,
bir tutam şile bezi gibi,
dişimden tırnağıma kadar
ressamım.
yurdumun taşından toprağından
sürüp gelir nakışlarım,
taşıma toprağıma toz konduranın
alnını karışlarım.
şairim şair olmasına,
canım kurban şiirin gerçeğine, hasına.
içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum,
bıçak gibi kemiğe dayansın yeter,
eğri büğrü, kör topal kabulüm.
şairim,
zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
ayak seslerinden tanırım.
ne zaman bir köy türküsü duysam,
şairliğimden utanırım.
şairim,
şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum,
türkülerle yunmuş yıkanmış dilim,
onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm.
hey hey, yine de hey hey,
salınsın türküler bir uçtan bir uca,
evelallah hepsinde varım,
onlar kadar sahici,
onlar kadar gerçek,
insancasına, erkekçesine,
bana bir bardak su dercesine,
bir türkü söylemeden gidersem yanarım.
ah bu türküler,
türkülerimiz,
ana südü gibi candan,
ana südü gibi temiz.
türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla
köyümüz, köylümüz, memleketimiz.
ah bu türküler, köy türküleri,
dilimizin tuzu biberi,
memleket ahvalini onlardan sor,
kitaplarda değil, türkülerde ara yemen'i,
öleni, kalanı, gidip gelmeyeni..
ben türkülerden aldım haberi.
ah bu türküler, köy türküleri,
mis gibi insan kokar mis gibi toprak,
hilesiz hurdasız, çırıl çıplak,
dişisi dişi, erkeği erkek,
kaşı kaş gözü göz yarası yara,
bıçağı bıçak.
ah bu türküler, köy türküleri,
karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi,
kiminin reyhasından geçilmez,
kimi zehir kimi zemberek gibi.
ah bu türküler, köy türküleri,
olgun bir karpuz gibi yarılır içim,
kan damlar ucundan, mürekkep değil.
işte söz, işte ses, işte biçim:
uzun kavak gıcım gıcım gıcılar
iliklerine kadar işlemiş sızı,
artık iflah olmaz bu kavak ağacı,
bu türkünün yüreğinde sancı var.
ah bu türküler, köy türküleri,
ne düzeni belli, ne yazanı,
altlarında imza yok ama
içlerinde yürek var.
cennet misali sevişen,
cehennemler gibi dövüşen,
bir çocuk gibi gülüp
mağaralar gibi inleyen.
nasıl unutur nasıl
ömründe bir defa
kâzım'ın türküsünü dinleyen.
(bkz: bedri rahmi eyüboğlu) -
birkaç üzüm tanesiymiş hâtıram,
birkaç kelâm fidesi.
rüzgâr sert esiyormuş
yüzümün sana bakan çizgilerinde.
biraz miktarımmış beyaz ve mâsum,
biraz gözlerim.
gözlerimde tutukluymuş ıstırap.
salıverdiğimde gözyaşlarımı
özgürlüğe kavuşurmuş acılar
nurullah genç
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap